I.KANLI SİVAS’TAN
 
OZANLAR ŞEHRİ’NE
 
Pir Sultan kızıydım ben de Banaz’da
 
Kanlı yaş akıttım baharda yazda
 
Dedemi astılar KANLI SİVAS’TA
 
Darağacı ağlar Pir Sultan deyü
 
Pir Sultan Abdal’ın tarihsel duruşundan mıdır nedir bilinmez yakın zamana kadar Sivas denilince akla Pir Sultan ve Alevilik gelirdi.
 
Ne var ki Sivas Alevilerin nazarında Pir Sultan’ın asıldığı şehir olarak pek makbul bir sicile sahip değildir. Yine de Aleviler bu olayı bir kan davasına dönüştürmemişler, iktidar mensupları ile Sivaslı sıradan insanı ayırmışlar ve Sivas’a “ozanlar şehri” olarak sahip çıkmışlardır. Hatta yetiştirdiği ozanlar dolayısıyla Sivas’ın ayrıcalıklı, özel bir yeri vardır denilebilir. Nasıl olmasın ki Ağahi, Aşık Veli, Ali İzzet, Aşık Veysel, Kemter ve daha niceleri... Sivas toprağında yetişmemiş miydi?
 
Sivas şehri’nin kara tarihi/talihi cumhuriyetle bir parça dönmüştür. Çünkü Sivas köhne Osmanlı’nın yerine kurulan genç Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı yerlerden biri olmuştur. Bundan dolayıdır ki Sivas Şehri demokrat ilerici kimliğiyle bilinmiş, anılmıştır.
 
II.PİR SULTAN’IN DİRENCİ
 
HIZIR PAŞA’NIN İHANETİ
 
İlimi sorarsan köyümdür Banaz
 
Yakılsın yıkılsın ol KANLI SİVAS
 
Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz
 
Açılın zındanlar Pir’e gidelim!
 
12 Eylül sonrasında Sivas’ın toplumsal dokusunda köklü değişiklikler olur. Sivas büyük göç veren şehirlerin başında gelir. Sivas’tan göçenlerin çoğunu ilerici unsurlar, Aleviler oluştur. Onlardan boşalan yerleri ise tam karşıt güçler doldurur. On yıl içinde Sivas’ın yüzü kararır.
 
1989 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin belediye başkanlığını kazanmasıyla gerici güçler bütünsel olarak Sivas’ta kurumsallaşmaya başlar. Belediye olanakları sınırsız bir biçimde Şeriatçı çevrelerin hizmetine sunulur. Anadolu’nun bu demokrat kimlikli kenti gerici bir dokuya bürünmüştür. 12 Eylülcülerin toplumsal güçleri bastırmak için dinci gericiliği kullanmaları sonuçlarını vermiş, gerici güçler sahiplerinin dahi zor kontrol ettikleri bir noktaya gelmiştir.
 
Tarih boyunca Sivas kentinin şahsında hep iki çizgi varlığını devam ettirir. Pir Sultan Abdal’ın başeğmez direnişçi yolu ile Hızır Paşa’nın hain, ihanetçi çizgisi.
 
Bu iki farklı dünya anlayışı, bu insanlığın hizmetinde olma ile ona ihanet etme çizgisi 2 Temmuz 1993 tarihinde bir kez tarih sahnesinde ortaya çıkacaktır.
 
III.SİVAS ELLERİNDE SAZIM ÇALINIR
 
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği geleneksel olarak 1978’den beri düzenlemekte oldukları Banaz Pir Sultan Abdal Şenlikleri daha görkemli, daha kalıcı bir biçimde gerçekleştirmek için 1993 yılında da aylar öncesinden hazırlıklara başlarlar.
 
Tüm demokratik kitle örgütlerine ve Alevi kuruluşlarına çağrı yaparak Banaz şenliklerini paylaşmayı, birlikte yapmayı teklif ederler. Bu etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülür.
 
1993 şenlikleri için bilinen tanınan yazarları sanatçıları yapılan davete olumlu yanıt verirler. Pir Sultan Abdal Şenlikleri Pir Sultan Abdal’ın toplumsal ve inançsal duruşuna uygun olarak geniş kapsayıcı sosyal bir organizasyon olacaktır.
 
Ankara’dan İstanbul’dan Anadolu’nun dört bir yanından yola çıkan Pir Sultan yolcuları 1 Temmuz 1993 sabahı Sivas’ta buluşurlar. Programa göre iki gün Sivas’ta etkinlikler gerçekleştirilecek ardından ise Banaz’a geçilecektir.
 
Fakat Sivas eski Sivas değildir, daha sabahın ilk saatinde, daha Sivas’a girer girmez farkedilir bu. İnsanı sıkıp boğan, söylenmesi gerekip de söylenmeyen bir söz gibi rahatsız eden bir havası vardır Sivas’ın.
 
Pir Sultan’ın torunları kendi havalarını hakim kılmakta gecikmezler şehre. Şenlik başlar, deyişler, semahlar birbirini izler. Söyleşiler, paneller izleyici ile dolup taşar. Korkulacak bir şey olmadığını düşünür herkes. Kaygıların boşuna olduğunu söylerler birbirine. Sivas da bizim şehrimiz derler. Ne yazık ki bir gün geçmeden bu görüşlerin tam tersini yaşayacaklardır.
 
IV.PLANLI PROGRAMLI KATLİAM
 
Sorma be birader mezhebimizi,
 
Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır.
 
Mezhep bilmeyen, insanlık yolu dışında başka yol tanımayan, sevgiyi kendisine din edinmiş insanlar Sivas’ta kendileri için kurulan tuzaklardan habersizdirler.
 
Sivas’ı bilip tanıyanlar şenlikle ilgili olarak kaygılarını dile getirdiklerinde, şenliğin devletle/kültür bakanlığıyla ortak olarak düzenleniyor olması, Sivas valisinin demokrat kimlikli bir kişi olması, iktidar ortaklarından SHP’nin Alevilerin oy verdikleri bir parti olması gerekçe gösterilerek kaygı giderilmeye çalışılmıştır. Tüm bunların birer yanılgı olduğu anlaşılacaktır ama ne pahasına...
 
Şeriatçı karanlık güçler günler öncesinden Sivas’ta Alevilerin, demokratların varlık göstermesini engellemek ve onlara “müslüman mahallesinde salyangoz sattırmamak” için hazırlıklara girişirler.
 
Gazete ilanları vererek, bildiriler hazırlayıp dağıtarak yalan dolana dayalı provakasyon ortamı hazırlarlar. Güya şenlik için Sivas’a gelecek olan Aziz Nesin peygamberin eşine hakaret eden Salman Rüştü’nün kitabını yayınlamıştır. Bu tamamen yalandır, ne bir hakaret ne de bir kitap yayınlama olayı sözkonusu değildir. Ama yalana dayalı tahrik şeriatçılar için yeni bir şey sayılmaz. Daha 1978 yılında, yine Sivas’ta “Aleviler camiyi bombaladı” yalanını uydurup halkı birbirine düşürmeye kalışıkan kendileri değil midir? Maraş katliamı öncesi aynı provakasyonu yapmamış mıdırlar.
 
2 Temmuz’dan 15 gün önce şeritaçılarca tüm Sivas’a dağıtılan Müslüman Kamuoyuna başlıklı ve altında Müslmanlar imzası olan bildiride halk “cihada” çağrılır:”Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte, şehrimiz Valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta Müslümanlar’la alay edercesine gezebilmektedir
 
Kâfirler şunu iyi bilmeli ki: İslâmın Peygamberi’ni ve kitab’ın izzetini korumak için, bu uğurda verilecek canlarımız vardır.
 
Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür.”
 
İlk gün şeriatçılar pusuda beklerler. Saldırı için her zaman yaptıkları gibi Cuma gününü ve Cuma namazını beklerler. 2 Temmuz günü Cuma namazından çıkan kalabalıklar katillerin kışkırtmasıyla harekete geçeler. Önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne saldırırlar.
 
Arkasından Sivas katliamının yaşanacağı Madımak Oteli kuşatılır.
 
Tüm dünyanın gözü önünde Sivas katliamı yaşanır.
 
2 Temmuz Sivas katliamı üzerinden geçen yıllara rağmen Alevilerin nazarında küllenmemekte, tam tersine Sivas yangını Alevilerin kanayan yarası olmaya devam etmektedir.
 
Sivas katliamı Alevilerin yaşadığı diğer bir çok katliamlara benzemekle birlikte ondan bazı çok trajik unsurlarla farlılık göstermektedir.
 
Bu nedenle “Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, bu nedenle “Sivas unutulmayacak” sözleri bu katliama karşı her fırsatta dile getirilmektedir.
 
Çünkü 8 saat insanlar Madımak Otelinde kendilerine bir yardım eli uzanmasını beklerler. Cumhurbaşkanı aranır, başbakan aranır, başbakan yardımcısı, bakanlar aranır. Tanıdık bildik etkili yetkili kim varsa bir umut olarak aranır ama güvenlik güçleri de dahil hiçbir güç gelip de şeriatçı güçleri dağıtmaz, Pir Sultan torunlarını kurtarmaz!
 
Bu ne derin acıdır!
 
Bu ne büyük bir trajedidir.
 
Sivas’ta göz göre göre insanlar katledilir. Şeriatçılar bir bayram yerinde buluşmuş gibi Madımak Oteli’ni sarar ve insanlarımızı katlederler. Bu katiller günler öncesinden hazırlık yapmalarına rağmen yakalanmamış, engellenmemiştir. Sivas gibi küçücük bir şehirde kimin ne dolap çevirdiğinin bilinmemesi mümkün müdür? Tersine istihbarat birimleri “olay çıkacağını rapor ettik” demektedirler. Olay çıkmamış, katliam yaşanmıştır. Sivas belediye başkanı katilleri “gazanız mübarek olsun” diye kutlamaya kadar işi vardırmıştır!
 
8 saat genç kızlarımızın, oğlanlarımızın, şairlerimizin, bağlama ustalarımızın, semahçılarımızın çığlıklarına tüm insanlık kulaklarını tıkamıştır. Başta iktidar sahipleri olmak üzere!
 8 saat içinde dünyanın bir başka ucuna müdahale edilebildiği halde, Sivas’a yardım gönderilmemiş, insanların katledilmesine engel olunmamıştır! Sivas nasıl unutulur?
 
BUNLARI UNUTMA!
 
Bazı anlarda bazı sözler söylenir, bazen bu sözlerin ve bu sözleri söyleyenlerin asla unutulmaması gerekir. Bu sözler ve onları söyleyenler yeni acılar yaşanmaması için, yeni katliamlar olmaması için, dostu düşmanı tanımak ve aklımızdan çıkarmamak için kesinlikle unutulmamalıdır. Taşlara, demirlere bu sözler kazınmalı ve bir kenara konulmalıdır.
 
Sivas katliamı yaşanırken de unutulmaması gerekin sözler söylenmiştir.
 
Hem de bu sözleri dönemin Cumhurbaşkanı, dönemin başbakanı söylemişlerdir. Bu sözler bize katliamın arkasındaki gizi ifade etmektedir.
 
UNUTULMAYACAK SÖZLER BİR
 
"GÜVENLİK GÜÇLERİ İLE HALKI KARŞI KARŞIYA GETİRMEYİN!"
 
Sözün sahibi Cumhurbaşkanı'dır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Katiller Madımak Otelini kuşatmış, insanlar içeride çığlıklarla yardım beklerken bu sözü defalarca Sivas valisine ve emniyet müdürüne söylemiştir. Demirel'in vatandaş dediği şeriatçı katillerdir. Ve güvenlik güçlerinin onlara müdahale etmesine engel olmakta, katillerin işlerini rahatça yapmalarını istemektedir adeta. Katillere karşı gelmeyin, bu sözün anlamı bundan başka nedir? Bu söz nasıl unutulur?
 
UNUTULMAYACAK SÖZLER İKİ
 
"OTELİ SARAN VATANDAŞLARIMIZA BİR ŞEY OLMAMIŞTIR!"
 
Sözün sahibi Başbakan'dır. Başbakan Tansu Çiller. Çiller Madımak Otelini saran ve insanlarımızı katleden şeriatçı katillere bir şey olmadığını, katillerin burunlarının kanamadığını müjdelemektedir.
 
Başbakan'ın vatandaş dediği de şeriatçı katillerdir. Ya içeride çığlıklarla yardım bekleyenler? Onların vatandaşlık hakları? Onların yaşama hakları? Çillerin umrunda olan, Çillerin bu sözleri ile gözetip kayırdığı katillerdir mağdurlar değil. Bu sözler nasıl unutulur?
 
Ya bu sözleri söyleyenlerin partisine oy veren, oy vermeye çağıran Aleviler, sözde Alevi önderleri onlar nasıl unutulur?
 
V.ATEŞTE SEMAHA DURANLAR
 
ŞİVAS ŞEHİTLERİMİZ
 
Nesimi Çimen:Üç telli curanın üstadı. Sarız 1926
 
Asım Bezirci:Sosyalizm ve Edebiyat. Erzincan 1927
 
Metin Altıok:Kara kutu, şiir, felsefe. Bergama,1941
 
Muhlis Akarsu:Kula kulluk yakışır mı? Kangal 1948
 
Behçet Aysan:Sefa'sını ölümüle öğreten şair. Ankara 1949
 
Muhibe Akarsu:Akarsuyum böyle miydi ahdımız? Kangal 1958
 
Edibe Sulari: Davut Sulari'nin yadigarı. Erzincan 1953
 
Uğur Kaynar:Militan, şair, elyazarı. Zara 1956
 
Asaf Koçak:Yok devenin kuşu, bir sır "Cop Cumhuriyeti"nin çizeri, Yerköy 1957
 
Erdal Ayrancı:Hep barikatın başında. Niğde 1958
 
Sehergül Ateş:Biz onunla baba kız değildik. O hem sırdaşım, hem yoldaşım, hem dayanağım ve gücümdü; babasının sözleri. Ankara 1953
 
Hasret Gültekin:Koçgiri'den, Han Köyü'nden. 1965
 
Muammer Çiçek:Bir oyun yazdı "İnadına Yaşamak".
 
Muammer Çiçek:Bir oyun yazdı "İnadına Yaşamak".Yalınyazı Köyü, Zile 1967
 
Gülender Akça:Abidin ve Sultan'ın gözbebekleri. Divriğinin Şahin Köyü'nden, 1968
 
Mehmet Atay:Şahanım, şahdamarım, yangın yüreklim. Divriği 1968
 
Sait Metin:Uzundu, usuldu dedemin boyu. Divriği 1970
 
Carina Johanna:Alevilik araştırmacısı, "yabancı değil". Hollanda 1970
 
Gülsün Karababa:Babası"Kızım benden daha iyi saz çalacak" derdi. Divriği 1971
 
İnci Türk:Çiçek açar domur domur dal verir. Balıkesir 1971
 
Huriye Özkan:Havanın yüzünde semah dönerken. Ankara 1971
 
Murat Gündüz:Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, en sevdiği dize.Ankara 1971
 
Ahmet Özyurt:Çok seviyorum düşüncelere dalmayı. Enstein gibi düşünerek kendimden geçmeyi. Kendi dizeleri. Ankara 1972
 
Handan Metin:Tüm güzellikleri toplayıp uzun bir yola çıktın. Ankara 1973
 
Yeşim Özkan:Ballıhan, erenlerin bal çiçeği. Ankara 1973
 
Yasemin Sivri:Kamber'in profesörü, kitap kurdu. Ankara 1974
 
Serpil Canik:Kuş olup güvercin donunu giyen, Uyan dağlar uyan Serpil geliyor. Ankara 1974
 
Serkan Doğan:Başıma kızıl bağla, arkamdan ağıt yakma anam, Ankara 1974
 
Belkıs Çakır:Güne Umut'tan. Ceylanlara karışıp semaha duran. Ankara 1975
 
Nurcan Şahin:Kim yakıştırabilir sana ölümü? Ankara 1975
 
Özlem Şahin:Okur, meraklı, yerinde duramaz, yaşam delisi. Ankara 1976
 
Asuman Sivri:Semah, semah tutkunu, abisinin delisi. Ankara 1977
 
Menekşe kaya:Sazı elinde İsmail'in.Ötme bülbül ötme gönlüm şen değil. Ankara 1977
 
Koray Kaya:Pir Sultan'ın genç şehidi. Ve hep öyle kalacak. Ankara 1981
 
Yanyana öldüler.
 
Ve yanyana gömüldüler Karşıyaka'da.
 
Karşıyaka'nın onur gülleri, direnç gülleri, Pir Sultan Şehitleri...
 
VI.SİVAS DAVASI
 
"İnsanlık tarihinde
 
din adına işlenen
 
böyle bir vahşet görülmemiştir."
 
Sivas katliamının bulunabilen, ele geçirilebilen sanıkları çeşitli mahkemelerde yargılandılar. Sivas davası hala sürmektedir!
 
Dava süreci nasıl gelişti?
 
Katliam davası güvenlik gerekçesiyle Sivas'tan Ankara'ya nakledildi. Yargılamaya adiyen adam öldürme eylemi davası olarak başlanılmıştı. Mahkeme davayı planlı programlı, örgütlü bir katliam olduğu gerekçesiyle Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderdi.
 
Ankara DGM 1994 yılında verdiği ilk kararında olayı basit bir "yangın çıkararak adam öldürme" olarak değerlendirdi. Hatta işi daha da azıtarak Aziz Nesin'in katilleri tahrik ettiğini dahi ileri sürdü ve buna dayanarak katillerin cezalarında indirim yaptı.
 
DGM'nin bu hukuka ve maddi gerçekliğe aykırı kararını inceleyen Yargıtay DGM kararının tümüyle hukuka aykırı olduğunu saptadı. Yargıtay DGM'nin olayı basite aldığını, yanlış değerlendirdiğini vurgulayarak olayda şeriatçılar tarafından laik düzene yönelik bir kalkışma olduğunun belirlenmesi gereğine işaret etti. 28 Şubat sürecine denk gelen günlerde Ankara DGM'de yargılama yeniden başladı. Bu kez sanıklar hakkında "anayasal düzeni bozarak şeriat devleti kurmaya kalkışmak" eyleminden ceza verilmesi yoluna gidildi. Mahkeme 33 sanığı idam cezasına çarptırdı.(1997) Bu karar Yargıtay'ca yeniden incelendi ve bazı usul hatalarından dolayı bozularak eksikliklerin giderilmesi için yeniden Ankara DGM'ye gönderildi. Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 33 sanık DGM'ce yeniden idam cezasına çarptırıldı. Sanıklar bu kararı temyiz ettiler. Dava dosyası şu an Yargıtay'da incelenmekte.
 
Ankara DGM'sinin sanıklar hakkında idam kararı verirken dayandıkları gerekçe tüyler ürperticidir: "İnsanlık tarihinde din adına işlenen böyle bir vahşet görülmemiştir."
 
VII.SİVAS DERSLERİ
 
Sivas katliamı gerek Alevi örgütlenmesinde gerekse Alevilerin bilincinde bir dönüm noktası olmuştur.
 
Sivas katliamından çıkan birinci ve temel ders, yalnızca ve yalnızca kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmenin zorunluluğudur.
 
Aleviliği yönelik ağır bir kuşatmanın yaşandığı ve saldırıların gündeme geldiği şu günlerde Alevilerin kimlik mücadeleleri için güçlü örgütlülükler yaratması zorunluluğu görevi her zamankinden daha yakıcıdır.
 
 


 


 


 


 

    
 


 

EDİBE SULARİ



Edibe Sulari, Davut Sulari Baba'nın en büyük çocuğuydu. Tarihi Seyyitlerimizden, Seyyit Mahmut Hayrani'nin torunlarındandır.

Bassel'de yaşadığı halde Türkiye'de yapılan bütün Bektaşi Kültür etkinlikleri ve ehlibeyt cemlerine, konferanslarına katılmayı
ihmal etmezdi.

 



 

Asım BEZİRCİ

1928'de demiryolu işçisi Hamdi Bey'le ev kadını Refika Hanım'ın tek çocuğu olarak dünyaya gelir Asım Bezirci. Üniversite yıllarında sosyalizmle tanışır. Türkiye Sosyalist Partisine girer. Refika Hanım hep bir denge isterdi. Sanki hassas bir terazi gibiydi. Asım Bezirci'ye "başkaldırı insanı" demek doğru bir tanımlama dedim. Şiddetle karşıydı. Kanımca, bunda sosyalizme yürekten inanmasının da etkisi var. Asım Bezirci, 67 yıllık yaşamına, bir insan ömrüne eşit uzunlukta 70 kitap sığdırdı. Sonuç ne kadar acı olursa olsun, yüreklerimizi ne kadar acıya keserse kessin, ölümü Asım Bezirci'ye yakışır biçimdeydi. Kalesini terk etmeyen komutanlara benziyordu. Gençliğe inanıyordu. Tercihi onlardan yanaydı. Ağız dolusu gülüşü, çoşkusu, kuralcılığı, kütüphane raflarında bile eleştiriyi sürdüreceğinden hiç kuşkunuz olmasın.

 

 
 

NURCAN ŞAHİN- ÖZLEM ŞAHİN

Nurcan şahin'in annesi Fidan Şahin, yirmiyedi yıl Anadolunun çeşitli yörelerinde görev yapan bir köy ebesi. Amcasının oğlu Mahmut'la bir akraba evliliği yapıyor. Bu evlilikten doğan üç çocuğuda doğumundan kısa bir süre sonra ölüyor. 03 Mart 1975'de adını "Canışığı" anlamına gelen Nurcan koydukları bir kızı oluyur. Nurcan Şahin küçüklüğünden itibaren Fidan Şahin'in yaşamına bir başka sevinç ekliyor.Fidan Şahin "Onu özel olarak sevmek için kendime doğurdum. Nurcan'ım olmadığında evde bir suskunluk bir sessizlik olurdu. Nurcan'ın gelmesiyle eve bir şenlik havası doğardı" diyor.

Nurcan büyüdükçe kendini bütünüyle okumaya veriyor. Nazım Hikmet'in şiirlerini ve diğer ilerici yazarların yapıtlarını okuyordu. Köyümüz Şarkışla ilçesi Saraç köyüdür. Köyümüzün kültür ve dayanışma derneği vardır. Nurcan amcasının kızı, kader arkadaşı ve can dostu Özlem ile birlikte derneğin çalışmalarında görev alırdı. Sunuculuk yapar geneleksel oyunumuz Semah dönerlerdi. Herhangi bir şeye kızsam " Anne beni lafla dövme, eline terliğini al sinirin geçirinceyi kadar döv" derdi. Ben onu dövme şöyle dursun "gözün kör olsun bile diyemezdim". Bir günden birgüne "Allah Canını Alsın" demedim. Allah almadı ama yobazlar aldı.

Nurcan ile Özlem Şahin amca çocukları aralarındaki ilişki kardeşlikten öte. Çocuklarından itibaren birlikte büyüyor, birbirlerine can yoldaşı oluyorlar. Özlem'de simsicak sevimli, cana yakın insan sevgisiyle dolu bir genç kız. Özlem'in kendine güvenen rahat bir yapısı var, o'da Nurcan gibi gülmeyi seviyor. Hızlı ve sürekli ve akıcı konuşması en önemli özelliklerinden biri, konuşmaya bir başladımı susmak bilmiyor. İkiside yaşıtlarından daha rahat iyimser ve olgunlar. Çirkinlikler ve kötülükler rahatsız ediyor ikisini de.

İkisi de ölüme çok uzak iki çocuktular. Özlem Şahin umursamaz dile dolu bir kızdı, hep çocuk kalmak, hiç büyümemek istiyordu. Büyüklerin yapmacıklı ve abartılı dünyası güldürüyordu onu. Odasının duvarına astığı bir kart belki yaşlanacağım ama asla büyümeyeceğım. Az ama öz yaşadılar. "İnsan sevgisiyle yürekleri doplulu olan canları ve biz anneleri de yaktılar. Yüreklerimize insanlık sevgisi yerine kin ve nefret doldurdular." diyen şehit annelarına kulak verelim. 

 


 


 


 

HURİYE VE YEŞİM ÖZKAN



Özkan ailesi, 1962 yılında Ankara'ya yerleşiyor. İlk yılında doğuyor. "İlk çocuğumuz olduğu için sevgiyle, özenle büyüttük" diyor. Münire Özkan... Huriye üç günlük bebekken, Anıtkabir'de çimlerin üzerine yatırılıyor...

Huriye Özkan, başarılı bir öğrencilikten sonra, Deneme Lisesi'ni birincilikle bitiriyor. Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne arkadaşı İnci Türk ile birlikte giriyor, birlikte bitiriyorlar. İkisi de Alevi kültürüne bağlı, üretme ve paylaşma bilinciyle yüklü iki çağdaş genç kız...

1992 yılındaki, Pir Sultan Abdal Kültür şenliklerinde, Özkan ailesinin bütün bireyleri Banaz'dalar... Bir yanda Yıldızdağı, bir yanda Pir Sultan'ın köyü... Yeşim Özkan şenlik programını büyük bir coşkuyla gösteriyor babasına... Semah, tiyatro, dinletiler, şairler ve şiirler... Fakat biraz tedirgin, sormadan edemiyor; "Aziz Nesin de gelecekmiş, bir olay çıkar mı acaba?" Hikmet Özkan, "Devletin güvenlik güçleri var kızım" diyerek yatıştırıyorum onu...

Münire Özkan'ın anımsadığı son anları söyle; Birbirlerinin üstüne oturuyor, aynı koltuğa sığmaya çalışıyorlar... Huriye Özkan, kardeşine sarılıyor, kollarını sıyırıyor, ısırıyor, öpüyor... "Anne" diyor, "Yeşim'i çok seviyorum"... Yeşim'in Pirim'i Sait Metin, tiyatroda ve tüm yaşamda birlikte olmaya sözlendiği Yeşim Yeşim Özkan'ı yani Balcan'ı babası Hikmet Özkan'dan "emanet" alıyor; kızların yanlarında Sait Metin ve Muammer Çiçek var, İnsan güzeli iki delikanlı... Hep birlikte, neşe içerisinde, coşkuyla gidiyorlar Sivas'a.

Özkan ailesinin sevinci ve gururu onlar olacaklar biliyoruz...

 




 


 


 


YASEMİN SİVRİ ve ASUMAN SİVRİ



Asuman henüz 16 yaşında. Sokullu lisesi ikinci sınıf öğrencisi... "Karnemi aldınız mı?" diye soruyor, telefona çıkan ağabeyi Yalçın'a Asuman, "Dünkü gösterilemiz çok iyi geçti" diyor ağabeyine... Fakat asıl merak ettiği konu karnesi... İki yıldır takdir almak için uğraşıyor Asuman Sivri...

Saat 16-17 arası Kamber Çakır'a eve yeni gelen Yalçın Sivri, kardeşinin takdir aldığını iletilmesini söylüyor, fakat telefondan duyduğu gürültülerden tedirgin oluyor...

Yasemin ve Asuman Sivri kardeşler, 1991 yılı ortalarında, Pir Sultan Abdal Derneği'nin kültürel çalışmalarına katılıyor ve kısa sürede semah topluluğuna giriyor. Asuman Sivri, özverili çalışmasının karşılığını alarak, Semah hocalığına yükseliyor. "Asuman sevimli, coşkulu, deli dolu ve uçarı bir kızdı" diyor ağabeyi Yalçın Sivri; "Arkadaşı çevresinde çok seviliyordu, bunda küçüklüğünün ve sevimliliğinin payı büyüktü"... Asuman da her türlü özerklik vardı, fiziksel, düşünsel vb. Zeki ve çalışkandı. Emek veriyor, çalışıyor, çalıştırıyordu...

Yasemin, Asumun'dan iki yaş daha büyük... 1992 yılında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne giriyor. Semah ile başladığı kişisel çalışmalarında, giderek daha farklı kanallara yöneliyor. Derneğin Gençlik Komisyonu üyesi. Aynı zamanda kütüphane'den sorumlu. Kitapları ciltliyor, numaralandırıyor. "Sürekli ve düzenli olarak okurdu" diyor ağabeyi Yalçın... Kişilik olarak içine kapalı ve durgun bir insan görüntüsü veriyor çevresine, oysa "en iyi arkadaşlarım" dediği dostlarıyla (kitaplarıyla) buluşabilmek için, yanlızlığa gereksinimi var Yasemin'in... Bu yönüyle Sait Metin'in tipik bir eşi sanki...

Lise yıllarından itibaren tuttuğu bir güncesi var. Daha çok aile ortamını, arkadaş çevresini değerlendiriyor yazdıklarında.

Yasemin Sivri, Sivas'a giderken "Aziz Nesin'le tartışmak, görüşlerini açıklamak istediğini" söylüyor arkadaşlarına... 1 ve 2 Temmuz günü Buruciye Medresesi'ndeki kitap standında görevli olan Yasemin'in bir isteğini gerçekleştirmiş olması akla yatkın geliyor. Kardeşi Asuman'la birlikte kullandıkları ortak çantalarını içinden Aziz Nesin tarafından imzalanmış bir kaç kitap çıkıyor... "Yetmiş Yaşıma Merhaba" adlı kıtabını, "Yasemin Sivri'ye mutlu yaşaması için " diyerek imzalamış Aziz Nesin...

29 Haziran'da, Erzurum'dan Ankaraya gelen ve 31 Haziran günü kendilerini Sivas'a yolcu eden ağabeyi Yalçın Sivri ile birlikte, Sivas dönüşü Mersin'e tatile gideceklerdi iki kardeş... Daha Sivas'ta iken, arkadaşlarına, "Çok yoruldum, beni Banaz'a götürün" diyen Asuman'ın, özellikle gereksinimi vardı böyle bir tatile...

Yasemin'in ve Asuman'ın yatakları, sanki birer gelin yatağı gibi süslenmiş durumdalar: Üzerlerine çerçeveli fotoğrafları, kırmızı karanfiller konulmuş.. Duvarlara şal ve poşu'ları, heybeleri, şemsiyeleri asılmış... Asuman'ın son okuduğu kitabın sayfaları arasına, kurumuş bir gül yaprağı çıkıyor. Biblolar, fincanlar, işlemeli tabak ve Honlanda'lı Carina'nın bir fotoğrafının da yer aldığı ayrı bir köşe.

 


 


 


 

MUHLİS AKARSU - MUHİBE LEYLA AKARSU



Muhlis Akarsu, 1948 yılında Sivas'ın Kangal ilçesinin Minarekaya köyünde doğdu. Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel doğrularından yola çıkarak, kendine insan sevgisini şiar edindi, 1972 yılında kendisinin de çok saygı duyduğu Seyyit Halil Çiftlik'in kızı Muhibe Leyla Çiftlik'le evlendi. "Muhibe Leyla Akarsu'nun bu evliliklerinden Pınar, Çınar ve Damla adlarında üç kızları oldu.

Mahsuni Şerif'in Muhlis Akarsu için söylediklerini anımsıyoruz. "Genellikle kış günlerinde yapılan Bektaşi Cem ve Cemaatlerinde, yörenin seyitlerine ve ozanlarının etkisinde kaldı.Önceleri klasik Bektaşi kalıpları içinde ismini duyuran sesini-sazını dinleten ünlü arkadaşım yetmişli hatta altmışlı Türkiye'de başlayan devrimci kıpırdanışlara yabancı kalmadı. Zamanla dev ozanlar İhsani, Ali İzzet, Nesimi, Çırakman gibi isimlerle sahnelerde görüldü.

Son derece yanık ve tok sesiyle bir zamanlar plak ve kasetlerde rekor düzeylerde eserler sergiledi.

Akarsu özünde Pir Sultan Abdal aşkıyla doludur. Pir Sultan'ı rehber seçmişti. Kendisinin sonunun darağacı olup olmamasını hiçe sayardı. Ama diri diri yakılacağını hiç de aklının ucuna getirmemişti kuşkusuz.

Her mısrasında gericiliğe ateş püsküren kardeşlik barış ve dostluğun simgesi olmuş bir ozandı.

Muhlis Akarsu Türkiye'ye adım adım gezerek kendi kültürü olan Alevi Kültürünü tanıtımını üstlenmişti

Akarsunun unutulması mümkün değildir. Pir Sultan Kültürü ile yaşıyacaktır. Bu yazıyı bitirirken Muhlis ve Muhibe Akarsu'yu, söz ve müziği Muhlis Akarsu'nun olan "İşte Geldim Gidiyorum" adlı türküyle anıyoruz.

 


 


 


 

MENEKŞE VE KORAY KAYA



Menekşa ve Koray Kaya - Yeşim Özkan, Yasemin - Asuman Sivri gibi Madımak'ta yakılan kardeşlerden. Onlardan geriye Sivas'tan dönen bir kaç parça eşyayı saymazsak, Sivas'a gitmeden çektikleri iki fotoğraf kalmış;

Menekşe ve Koray Kaya oturma odasının duvarında yanyana gülümseyerek bize bakıyorlar. Gülümsedikleri zamanı dondurmak için artık çok geç!. Babası İsmail Kaya semah ve saz hocası, Pir Sultan Abdal oyununun müziğini yapmış. 01 Temmuz'da Sivas'ta Düzenlenen "Halk Gecesi"ne katılan sanatçılar arasında o da var.

1992 yılında gerçekleştirilen Banaz şenliklerini yaşayan Menekşe ve Koray Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerine katılmak için, babalarının deyişiyle "can atıyorlar". Saat 10.00'de İsmail Kaya'nın da katıldığı "Halk Gecesi" var. İsmail Kaya programını yapıp kulise gelir, o sırada Musa Eroğlu yavaş yavaş birşeyler çalmaktadır. İsmail Kaya Hasret Gültekin'e sazını nasıl bulduuğunu sorar. Hasret, "İsmail senin sazının çok sesi var, en iyisi sen o sazı bir daha kır" der. Tam o sırada bir çocuk duvarda asılı olan İsmail kaya'nın sazına çarparak yere düşürür. Koray heyecanla babasına koşup "Baba, sazın kırıldı" der, der demez İsmail Kaya'nın aklına Hasret Gültekin'in sözleri gelir; sazı eline alır, saz gövde ile sapın birleştiği yerden, yanı ilk kırıldığı yerden bir kez daha kırılmıştır. "Hasret yarın seni görürsem ne diyeceğimi biliyorum" diye geçirir içinden İsmail Kaya, ama Hasret Gültekin'i son kez gördüğünü nereden bilsin? Bu Dünyadan bir Koray, bir Menekşe geçti.

Bu dünya'da Koray Kaya geçti, on üçünde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Beş yaşında yazıyı söktü. İlk okula başlamadan önce okumayı öğrendi. Hacettepe Üniversitesi kampüsünde 60. Yıl ilkokulu'nda okudu. çok başarılıydı. Bilim Dersanesinin Anadolu Lisesine hazırlama kursunda ilk ona girdi. Mimar Kemal Ortaokulu'na başladı. Çok zeki, yetenekli bir çocuktu. Kendi yaşından büyük çocuklarla, insanlarla ilişki kurardı. En iyi örnek, Sivas'ta yitirdiğimiz Sait Metin'le kurduğu ilişkiydi. Sait Metin'le çok iyi anlaşırlardı. Bu dünyadan bir de Menekşe geçti, on beşinde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Menekşe semaha, tiyatroya meraklıydı. Günleri Pir Sultan Abdal Derneği'nde geçerdi. Birkaç arkadaşı gibi Menekşe Kaya'da saz dersleri almıştı. Kardeşi Koray'la birlikte evde saz çalar, semah gönerlerdi. Menekşe özgürlüğüne çok düşkün biriydi. Sosyal kültürel ilişkileri çok iyiydi. Menekşe kaya 02 Temmuz günü son semahını döndü.

Hüsniye ana ve diğer analar çocuklarının mezarları başında bir ağıt yakacaklar: "Sivas'ta yitirdim 22 goncaydı gülüm / Elimden aldı bak ateşle ölüm / Ben de dostlar ile gömüldüm / Çalar sazı dili söylerdi / Aldı onları ölüm"?

 




 


 


 

HANDAN METİN
Handan Metin 1973 Divriği doğumlu, Dört çocuklu bir memur ailesinin üçüncü çocuğu. 1992 yılında, ODTÜ Eğitim Fakültesi Biyoloji Bölümü'ne giriyor... Babası Sadık Metin. Dört çocuğumuzun dördü de başarılı olarak öğrenimlerine devam ederken, anne baba olarak biz de çocuklarımızla gurur duyurduk. Ailece kararlıydık, bizlerin zamanında olanaksızlık yüzünden yapamadığımız eğitimi, bütün zorlukları göğüsleyerek çocuklarımıza yaptıracaktık, yaptırıyorduk da... Mutlu ve huzurlu bir yuvada, herkes üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyordu. Handan evimizin hem öğrencisi hem de yöneticisiydi.

Handan ve Gülsün, Divriği Harman Dergisi'nin, kadın özel sayısı'na, "Yaşamda Birlikteyiz" adlı yazıyı birlikte yazmışlar: "kadının yeri hakkında yanlış görüşler hakimdi. "Dünya benim, evin içi senin" düşüncesinin hakim olduğu bir toplumda; Ali'nin karısı, Veli'nin anası, Hasan'ın kızı olmak artık kadına yetmiyor. Kadın sadece kendi kimliğini istiyor... Sesimizi yükseltmeliyiz. Karar mekanizmasında biz de varız. Çünkü birlikte yaşıyoruz."

Handan Metin, 1987 Mayıs'ında (yani 13 yaşında), çocukluk ve okul arkadaşı Seher Özen'e, tuttuğu bir günlükte şu satırları yazmış: "Ayrılmak bir doğa kanunudur. Bir gün arkadaşlarından, yarın aileden ve son olarak da bu dünyadan ayrılacaksın. Bütün herkes ayrılacak ama önemli olan zihinlerde bir isim bırakmak, ölsem bile ölmemiş gibi yaşatılmaktır.

Handan'ın annesi Sultan Metin, Handan'ın dönüşünü bekliyor. "yitik bulmaya" gider gibi gidiyor her mahkemeye. Handan'ın artık yaşamadığını bilmiyor, eşyalarını saklıyor, kızı gelir ve kullanır diye. Baba Sadık Metin kızı için ayrı bir şiir yazmıyor, "33'lere" birden adıyor yazdığı şiirleri, kızının acısını ayrı tutmuyor. Öfke ve direnç her geçen gün büyüyor.

 


 


SERPİL CANİK

1974 Ankara doğumlu olan Serpil Canik, Pir Sultan Abdal semah ekibinin en gençleri ve yenileri arasında yer alıyordu.

Serpil Canik, Ticaret Lisesi'nde okurken staj gördüğü bir kooperatif şirketinde çalışıyor, bir yandan da harıl harıl üniversite sınavlarına hazırlanıyor... Çok çabuk kavradığı semahı severek oynuyor, diğer arkadaşları gibi zamanla o da bir semah ışığı olup çıkıyor... İşyerinden derneğe koşturuyor, hatta semah çalışmasını engelliyor diye, işinden ayrılmayı bile düşünüyor bir ara... Bir yandan işin yoğunluğu, bir yandan kurduğu, bir yandan üniversite hayalleri, gene de dernek etkinliklerinden koparamıyor.

Serpil için dernek çalışmaları ve dolayısıyla semah, bir yaşam biçimidir artık; "Bütün kötülüklerden uzak, yanlızca dostluk ve sevgi üzerine kurmuştu hayatını" diyor ablası... Canik kardeşler, sevgili ablalarını hiç ölmemiş gibi yaşatacaklar... Onlar da Serpil, Nurcan, Özlem, Belkıs gibi olacaklar... Yetenekli ve üretken.

 


 


 


 


 


 

GÜLSÜN KARABABA

Pir Sultan Abdal Kültür etkinliklerine, Divriği Kültür Derneği kanadından katılan dört genç kızdan biri de Gülsün Karababa... Handan Metin, Gülender Akça, Gülsün Karababa ve Nurhan Metin'den, yalnızca Nurhan geriye döndüyor.
Gülsün'ü, ablası Nilgün Karababa yolcu ediyor Sivas'a. Gülsün Karababa... Ayrılırken, döne döne öpüyor ablasını, "Belki bir daha görüşemeyiz" diyor... Nilgün Karababa, kardeşine kızıyor; "Üç tane kol atmıştı. Bende "niye bu kadar çok giysi götürüyorsun yıllanacak mısın orada?" dedim. Üstünü kontrol ettim. "Sivas soğuk olur, kalın giyin" dedim. Oysa ki, yangın yeri olacakmış Sivas, bilemedim"...

Sıradan biri olarak yaşamayı asla kabul etmiyor; babası M. Ali Karababa gibi güzel saz çalıyor, evde herkes yatmış uyurken, o gece yarıları resim çalışıyor, günce tutuyor. Atatürk Kültür Merkezi'ndeki resim kurslarına katılan Gülsün'ün hedefi, Hacettepe Üniversitesi Resim bölümü'nü kazanmak... "Harçlığını saklar kitaba, boyaya yatırırdı." diyor babası M. Ali Karababa... "Bir gün olsun kızmadım yavruma. kaşımı kaldırıp bakmadım, nazarım değmesin diye..." Uğur Mumcu'nun cenaze töreninden döndükten sonra, "Ben sıradan biri olacağım. Ben de Uğur Mumcu gibi öleceğim" diyor ablasına..

Gülsün'ün felsefesine göre, insan yalnızca yaşamında değil, öldükten sonra da anılmalıydı. Geriye birşeyler bırakabilmeliydi. Belki ileri bir tarihte düşündüklerini yapabilirdi kardeşim... Fakat böyle bir ölümü hiç hak etmemişti.

M. Ali Karababa, "Biz bu çocuklarımızı ne zor koşullar altında büyüttük. Onları cepheye göndermedik ki. diyor. Ve anne Sultan Karababa, "Biz on aydır zehir yiyoruz." derken, nasıl da acılı, fakat yıkılmaz bir şehit anası aynı zamanda... "Ben annem gibi akıllıyım" diye övünen Gülsün'ün, "Dünya bir yana, annem bir yana" dediği Sultan annesi... Karababa ailesi, diğer aileler gibi yalnızca gerçeği öğrenmek istiyor. Devlettir bizim düşmanımız...

Gülsün Karababa, "Ölü Ozanlar Derneği" kitabından aldığı bir tümceyi güncesine aktarmış; "Ölüm saati geldiğinde hiç yaşamamız olduğunu hissetmem ne acı"... Sivas'ın kendisi ve sevdiği yazarlar için bir "Ölü Ozanlar Kenti" olacağını nereden bilecekti?... Halk ozanı Gülsün Karababa'nın babası M. Ali Karababa Sivas katilamında 33 yavrusunu kaybetmenin acısına dayanamadı. Kısa bir süre sonra Pir Sultan'ın ve canların yanına ulaştı.

 


 

                                    SAİT METİN

Adı sıklıkla anılan ve kendisinden sevgiyle söz açılan Sait Metin. "23 yıllık hayatında hiçkimseyle kavga etmeyen ılımlı ve olumlu bir yapıya sahip olan asla küfür etmeyen, yalan söylemeyen, kimseyi bilerek kırmayan, herkese saygılı, sevecen ve hayat dolu bir insandı Sait Metin. Uzun boylu, yakışıklı ve güçlü bedeninde sanki bir giz vardı.Onunla tanışıpta ilgi duymayan, sevmeyen herhalde olmazdı" diyor amcası Halil Metin.

"Oğlum diye söylemiyorum. dört dörtlük insandı" diyor babası Mehmet Metin. Sait Metin'in dostları; kitapları ve bağlaması oluyor. Bize Nurcan'ı, Özlem'i, Belkıs'ı, Ahmet'i ve Yasemin'i hatırlatıyor.

Sait Metin çok iyi bağlama çalıyor, türkü söylüyor hertürlü müzik aletine bir hafta içerisinde uyum sağlamayı başarıyor. Bir de kabak kemanesi var, Yeşim'in (Özkan) 23 Nisan 1992 günü Sait'e verdiği yaşgünü armağanı. "Sait sevgisinde de çok temiz bir insandı" diyor arkadaşı İsmail atak. "Esas deyişimi canı kadar çok sevdiği balcanı bulduğunda başlamıştı. Artık tiyatroda ve tüm hayatlarında birlikte olacaklarına söz vermişlerdi. Bizde Sait'e Pir'im, Yeşim'e de balcan diye hitap ediyorduk."

Çankırı gibi ters bir kent'te Çankarı Meslek Yüksek Okulundan mezun olan Sait Metin'i aldığı bu eğitim tatmin etmiyor. "Ben bir Yüksek okul bitirmekle tatmin olmadım, biliyorum sizde tatmin olmadınız söz veriyorum bir fakülte daha bitireceğim" diyordu ailesine. Sait ve Yeşim'in birbirlerine çok bağlı olduklarını söylüyor. Annesi Sultan Metin. "Yeşim'e çok fazla umut verme, belki ailesi istemez dediğimde, "Anne sen delimisin, ben aradığımı buldum"demişti. Kız da çok tatlıydı. Sait'i çok seviyordu. Birbirlerine çok uymuşlardı" diyordu Sultan Metin.

 


 

METİN ALTIOK

Metin Altıok bir sabah, 13 Haziran 1993 günü, on kitabını birden yere yayarak, eşi Nebahat Çetin'e imzalamaya koyuluyor. "Sende benim setim yok bulunsun" diyerek Sivas'ta katıldığı üçüncü şenlik oluyor. Nebahat Çetin, "Sen Sivas'lısın, Metin'i sağlam verdim, sağlam istiyorum" diyor Uğur kaynar'a... İkisi de dönemiyor Sivas'tan.. Üstünde kafa patlattığı konu, ölüm; kendi ölümü; karısının ölümü; "Önce sen mi öleceksin, ben mi öleceğim?" Bu tartışma saatler boyu sürüyor! "Ben ölürsem sen bana sahip çıkarsın" diyor karısına, "Sen ölürsen ben sızarım!" Sivas'tan sağ dönmüş olsaydı, intihar etmese bile, Metin'i alkol komalarından kurtarabilir miydik acaba? "Ben niye yaşıyorum, ben niye ölmedim" bu soruları hep soracaktı kendine, duyduğu derin acıyı bana da yaşatacaktı... Sivas'tan sağ çıkması, bir başka biçimde ölümü olurdu.
O Şair Bir Babaydı

Sevgili kızım Zeynep; diyerek, yaşamındaki yerini önemle vurguladığı kızı Zeynep Altıok, bugün şunları söylüyor babası için: Babam, ben sekiz yaşındayken hatıra defterime birşeyler yazmasını istediğimde oraya bir dize yazmıştı: "Gülüşün bir kuş olacak hep omuzumda". Onu 02 Temmuz 1993'te bir ortaçağ karanlığında kaybettim, kaybettik. Ardından birşeyler söylemek benim için çok zor. O sadece bir baba değil, şair bir babaydı çünkü. O, "Metin Altıok"tu.


 


 

                         UĞUR KAYNAR

"Öldüğünde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böylesine yeniyorum."

Uğur Kaynar'dan geriye, askılı deri çantasının kalacağını; çantadan, üzerinde yukarıdaki dizelerin çiziktirildiği beyaz bir peçetenin çıkacağını; hayatıyla şiiri arasındaki trajik ilişkinin Uğur Kaynar'ın ölümünü anlamlandıracağını bilmiyoruz henüz.

"Uğur, hep tek başınaydı. Bilinçli olarak yanlız kalmayı isteyen, yanlız olmayı seçen bir insandı. Hep yalnızdı. Ve o yanlızlığını bir oya gibi işledi şiirlerine"

Uğur çok hüzünlü bir adamdı. Şiirlerinin teması sevmektir, sevdadır... Sevmeyen insanlara, sevmeyi bilmeyen, daha doğrusu öğrenemeyen insanlara yönelik, çok ciddi eleştiriler vardır. Her kitabı, yüklü bir hüzün anlatımıdır. Zorlu ve Kavgalı yıllar. Ülke, politik bir kaosu yaşıyor, Uğur Kaynar'ı da fazlasıyla etkileyen ve belirleyen politik mücadeleler dönemi. Sürekli içeri alınıp bırakılmalar... 12 Eylül döneminde, iki yıla yakın Mamak'ta yatan Uğur Kaynar, şiir yazmanın, Uğur için bir yaşama biçimine dönüşmesi de o yıllara rastlıyor. "İlk kitabının naif, çocuksu havasından Gizemya ile sıyrılmıştır Uğur... Okuyan, rahatlıkla fark eder. Daha kentli duyarlığa dönüşmüştür şiiri... Alabildiğine bir hüzün vardır gene de, Hep bir hüznü yazardı ve bu hüznü şiirlerine yoğun olarak yansıtırdı."

Edebiyat çevresine rağmen çok yanlız bir adamdı... Duygulu ve yaralı bir insandı... Çoçuk yaşta annesinin ölümü, ailenin dağılması ve benzeri olgular, Uğur'u fazlasıyla etkilemişti. Uğur'da diyor Serap Kaynar; "Hayatı boyunca hep çekti kendini insanlardan, kendi kabuğunun içine girmeyi tercih etti... Kendini zorlayan bir insandı Uğur... Uyum sağlamıyordu ve bunu istemiyordu da... Her zaman kaygılı ve sıkıntılıydı.Hiçbir ortamda varlığını bütünüyle ifade edemiyordu... Sivas'taki ölümü de bir tekbaşınalıktık!"

Ölümünden sonra, Serap Kaynar'a bir torba içinde teslim ediliyor Uğur'un kalan eşyaları. Yanından hiç ayırmadığı, adeta kişiliği ile özdeşleşen askılı deri çantası ise bulunamıyor. Katliamdan birkaç gün sonra çanta, mucizevi bir biçimde bulunarak Serap Kaynar'a ulaştırılıyor; sapasağlam, ne bir yanık, ne bir koku... Peçeteler çıkıyor ortaya... "Dizelerini ilk olarak peçetelere yazardı, "Öldüğümde / doğduğun yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / İşte böylesine yeniyorum".

"Madımak'tan sağ çıkamayacağını biliyordu Uğur... Otelin merdivenlerinde Behçet ve Metin ağabey ile birlikte çekilen fotoğraflarından anlıyorum bunu" Uğur Kaynar'ın ölümü bile, sancılı hayatına karşı elde ettiği bir yengi değil mi?

 


 

CARİNA THUİJS
Rahmi Sivri'nin Anlattıkları.

Carina ve kız arkadaşı Maryze ve beni işyerimden arayıp randevu istediler. Bir hafta sonra biraraya geldik. Onlar, kendilerinin Türk kadınlarının aralarındaki ilişkilerinin nasıl yapılandığı, nelerle uğraştıkları ve aile içindeki rollari konularında araştırma tezi hazırlamak istediklerini, Doetinchem'deki Türkiye'lilerle çalışmamdan olayı bazı olanaklar sunup sunmayacağını sordular ve yardım istediler. Carina ve Maryze'e yardım edecektim.

21 Haziran 1993 tarihinde buradan Ankara'ya, bir ay konuk olacağı Sivri ailesinin yanına gitti. Yasemin ve Asuman Sivri ile kısa zamanda iyi arkadaş oluyorlar. Birlikte Pir Sultan Abdal Kültür Derneği'ne gidiyorlar. Carina Dernek'te pek çok insanı tanıyor; onları fotograflarını çekiyor, dostluklar kuruyor.

Carina, Yasemin ve Asuman ile birlikte Pir Sultan Abdal etkinlikleri'ne katılmak üzere Sivas'a gidiyor. Orada yurttaşı Rene'yi göreceği için çok heyacanlanmış. Carina tanıdığım kadarıyla, sistemli, çalışmayı seven eşitsizliğe karşı olan, "toplumcu feminst" diye bileceğimiz biriydi. Biraz çekingendi ancak kolay ilişki kuran, toplumsal sorunlarla yakından ilgili, insanları seven, her türlü haksızlığa karşı çıkan insandı, bir çok insanımız gibi.

 


 

                                   NESİMİ ÇİMEN


"Beni fraksiyonlara bölünmüş sol sevmedi bir türlü. Öyle kendimi beğendirme şirin gösterme derdim de yok... Alevi dernekleri de... Sol sevmedi, çünkü ben hiç bir fraksiyona girmedim. Sanatçının fraksiyonu olur mu? Ben halkın ozanıyım, ezilen biriyim ve elbette ezilenlerden yanayım, ama şu "Sol'un" ve bu "Sol'un" sazını çalamam Alevilik de öyle. Bizim kültürümüzün zenginliği oradan geliyor, ama ben Alevilicilk de yapamam. Çağı geçti bunların. Hem sınıflardan, emekçiden söz ediyoruz. hem de Alevicilik yapıyoruz. Bana bu da ters geliyor. Ama şu var: Türkiye'de ilk Şah İsmail gecesini ben düzenledim. Güçlü bir halk ozanı olduğu için, bir kültür eri olduğu için düzenledim."

Ankara'daki Can Yücel ve Yaşar Kemal'in katkılarıyla düzenledim. Alevi kitlesine yaslanarak yapmadım bunu kültür olayı olduğu için yaptım o'nun içindir ki Alevi derneklerinin toplantılarına pek çağırmazlar beni, Pir Sultan'a da bu yıl çağırdılar, yol param da yoktu ama, 500 bin lira bir yerden bulup geldik. Yokluk, yoksulluk içinde bile olsam Türkiye'de yaşamayı seviyorum.


Gel ey Nesimi sen, senden sor seni,

Sakın ha hor görme asla bir canı,

İnsanları sev sen, eyle secdeni

Mukaddes bir varlık hakkın kendisi

 


 

ASAF KOÇAK
Asaf Koçak, "Bizim toplumumuzda bireylerin kendilerini sorgulamaları ve dönüştürebilmeleri kaygıları oldukça az. Sorgulamak yeterli değil mesele dönüştürebilmekte. En önemli olanın aynanın karşısına geçtiğimizde kendimize ateş edebilmeyi becermemiz olduğuna inanıyorum diyor.

"Asaf duvara asılan ve koleksiyonlara girenlerde yeni arayışlardan yanayım. Bir defa korkusuz olacaksınız ve tanımlara var olanlara fazla bel bağlamayacaksınız. tanımlar geçici değilmi sanatta yeni arayışlar içerisinde olmak gerek diyor.

Uzun yıllar süren karikatür serüveninden sonra bir değişim ve yenilenme dönemi başlıyor sanatında. Belki de asıl yapmak istediklerini bundan sonra gerçekleştirecek.

Asaf Koçak bir karikatüristti, fakat öncelikle bir insandı. Bir yandan ödenmeyen ev kirası kapanan telefonu "ki müzmin durumları bunlar Asaf'ın" öte yandan duygusal olarak yaşadığı derin yıkım, gerede yeşil pantalonu mor çoraba rengarenk gömlekleriyle yaşamını ti'ye alabilen bir Asaf Koçak yaşıyor.

"Hiç bir zaman mutlu ve huzurlu olamadı. Hep huzursuz, kaygılı ve sıkıntılıydı. Acılar içinde kıvranan bir insandı, fakat bunu çevresine göstermezdi. Bir çok kişi Asaf'ı yaşama sıkısıkıya bağlı bir insan olarak anımsıyor, fakat o asıl başkalarını yaşama bağlardı." Sivas'a giderken ev kirasını ödemiş olması Asaf Koçağın yaşadığı en büyük ve son oluyor.

 


 

ERDAL AYRANCI


Arkadaşlarının cesur, atak ve bonkör olarak tanıdıkları Erdal Ayrancı.70'li yıllara gidiyoruz: Erdal 1978 ODTÜ girişli. Eylül'de başlayan olağanüstü bir dönem, pek çok insan gibi Erdal'ın da payına mahpusluk düşüyor. Erdal Ayrancı, 1980-1993 yılları arasında iki yıl iki gün Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor-Niğde cezaevleri'nde yatıyor. Çalışma odasında gördüğümüz maket gemiyi Mamak'ta kapılardan çıkardığı tahtalardan yapmış. Gemiye eşinin adını koymuş:"Hatçe". Mahpusluk günlerindeki ilk şiiri 2.7.1981 tarihin de Mamak'ta son şiirini 20.03.1983'te topçam'da yazmış. Erdal Ayrancının 29.05.1982 tarihinde Niğde cezaevi'nde yazdığı şiirde Hatice'yi, Zeynep'i ve Sivas'taki akrepleri bulmak mümkün. Şiiri okuyoruz: "Eğer Bir gün / Bir beyaz güvercin / Gelecekse ağzında bir mektupla / Ve silecekse gözlerimdeki hüznü / İsterim / Durmasın kanat çırpsın bana doğru / Birgün eğer bir tahliye kağıdı / Beni sana kavuşturacaksa / Gayri gelsin düşlenen günler / Ocakta kaynayan tencere / Beşikte bebek / tomurcuk tomurcuk / Filiz filiz hayat / Düşünsene ne güzel olurdu / Düşmansız yaşamak / Haydi boşver bunlara / Şimdi bunlar tatlı hayal / Eğer birgün sevgilim / Son verecekse hayatıma / Bir ses / İsterim durmasın patlasın / Anlam bulacaksa kulaklarımda / Yalnız... / Düşerse kanımın bir damlası yere / Bilsinler ki / Orada kırmızı yediveren gülleri açacak / ve bülbüller ağıt yakacak ölüme / Korksunlar korksunlar artık / korksunlar alev çemberindeki akrep gibi / Çünkü ölümleri / Gül dikenlerinden olacak. Erdal'ın kekeme zürafa benim." Yazının son paragrafını sunuyoruz.

"İşte şimdi mezarımın başındayım ve ağlıyorum ölüme. Ölüm, benim ölümsün. Açlığım, çaresizliğim ve beceriksizliğim ölümü bile beceremedim, belki de becerdim...Belki de anladım ölemeyeceğim, Ölü güzel olur mu?.. Benim ölüm çok güzeldi, bembeyazdı giysilerim, kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı, ben duymadım ama imam çok şeyler söylemiş hakkında, çünkü ben ölüyüm duymam ki; demiş ki şöyle ya da böyle. Neyse iyi adamdı günahları affolsun falan gibi, sağolsun hiç tanımazdık sağlığımızda birbirimizi, onun için çok da fazla iyi şeyler diyemeyeceğim hakkında, hatta bir keresinde küfür bile etmiştim gıyabında. tam ben uyurken sabaha karşı ezan okuyası tutmuştu da küfür etmiştim. Sen hiç kendi ölümüne üzüldüm mü? Ya da ağladım mı? Ben en son babam öldüğünde ağlamıştım ve son gördüğüm ölü oydu, kendi ölümü göremeden önce, Sen hiç güzel ölü gördüm mü? Ben gördüm yemin ediyorum çok güzeldi ölüm, inanmazsan sor. Bir beta balığıyla japon balığı vardı. Zurafanın yanında ve sadece benim ölümü seyretmeye gelmişlerdi, inanmazsan sor, ne güzeldi ölüm bembeyazdı, bembeyazdı giysilerim. Kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı. İstersen sor. zürafa kekeme yalnız, bence balıklara sor, tabi eğer uzak doğu dilini biliyorsan."

Erdal Ayrancı'nın odasında kendisinden geriye kalan eşyaları inceliyoruz: Partolonunun cebinden çıkan beş yüz bin lirayı elimize alıyoruz; Atatürk'ün yüzüne kan bulaşmış. Erdal Ayrancı'yı hastanenin morgunda görenler, "bembeyaz bir ölüydü", diyecekler.

Biricik kızları Zeynep matematik dersinde kümeler konusu işlenirken, ailesinin kümesini çizecek: Önce kendisini, sonra annesini ve en son olarak da babasın Erdal Ayrancı'yı yerleştirecek kümenin içine.

 


 

DR. BEHÇET AYSAN



Behçet Aysan "Beyaz bir gemidir ölüm" adlı şiirini okuyorum.
Çünkü beyaz bir gemidir
ölüm
Siyah denizlerin hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
Yitik adreslere benzer  ölüm
Yanık otlar gibi.

Sen bu şiiri okurken, ben belki başka bir şehirde ölürüm. Kır yaşamı gösterdi ki, direnen şairler soyundandı Behçet Aysan. Arkadaşlığın, kardeşliğin insanı Behçet Aysan'ın ölümü, direnen şairlerin ölümüne benziyor. Onun Vaptsarov, Joset, Petöfi için duyduğu derin acı ve kederi, bizim kendisi için duymamızın, mümkün mü?

Behçet Aysan, yaşamı boyunca katıldığı demokrasi mücadelesinin güçlüklerini bilinçle göğüsleyen bir şairdi. Örgüt bilincinin sağlam bir örneğiydi. Yaşamının son döneminde Nükleer Savaşın önlenmesi için Hekimler Derneği'nde (NÜSHED) Yönetim Kurulu üyeliği yaptı, Ankara Tabip Odası ile Genel Sağlık - İş Sendikası üyesidir. Edebiyatçılar Derneği'nin kuruluşuna da katılarak Genel Yönetim Kurulu'nda yer aldı.


 


 

                                 AHMET ÖZYURT

1992 yılında Ankara'da doğan Ahmet Özyurt, Bebekliğinde çok uslu, hatta biraz zayıf bir çocukmuş. annesi Senem Özyurt, "Her zaman tutmaya korkardım" diyor. Büyüdükçe fiziği gelişiyor Ahmet'in, uzun boylu, geniş omuzlu, elleri ve ayakları kocaman, atletik yapılı bir delikanlı oluyor. Başarılı bir öğrencilikten sonra liseyi bitiriyor. Öğrenciliği sırasında da komilik, garsonluk gibi küçük işlerle çalışma yaşamına atılan Ahmet Özyurt, bu konuda pek şanslı olamıyor.

"Yalın bir insandı, tek isteği okumak, iyi bir üniversiteye gitmek, iyi bir işe sahip olmaktı" diyor Nurcan Özyurt. Annesi Senem Özyurt anlatımıyla "Bir sıçrasa, karşı caddeye geçebilen" bir yiğit delikanlı... Her sağlıklı genç gibi bedenini çok seven Ahmet Özyurt, evde ağırlık çalışarak kol ve bacaklarını güçlendiriyor, "kendini yerden yere atıyor"... En büyük ideali Üniversite okumak... Hep sonuca yaklaştı, fakat bir türlü başarılı olamadı. Belki de başarısız olduğu tek alan Üniversite sınavlarıydı.

Ahmet Özyurt, en sevdiği iki eylemi; "Kitap okumak ve spor yapmak" olarak belirtiyor. Ahmet Özyurt, "Hayatın hep acılarını aklına getiren kişi mutlu değildir. Gerçekten mutlu kişi, içinde bir iyilik hisseden kişi demektir." diye yazmış günlüğüne... Ahmet Özyurt, kızkardeşi kadar yakın bize "İstediği ve a